Archive for 2011

"Yok"tan Var Etmek ve Matematik Üzerine

18 Kasım 2011 Cuma § 0

İnsana ait bir vasıf değil yoktan var etmek. Tanrısal bir vasıf olduğu konusu ise tanrı anlayışı ekseninde tartışılır. Ama konu o değil... Konuyu daha ziyade matematiğe yönlendirmek istiyorum. Zira matematiğin yoktan bir şeyler elde ettiği, "yok"un ne anlama geldiği anlaşılmasa da, sanılır.

Matematiğin bir keşif mi yoksa bir icat mı olduğu nicedir felsefi düşüncelerle açıklanmaya çalışılan bir olgu ve ayrıca en esaslı sorunsallardan biri. Matematik, bilindiği gibi, aksiyom adı verilen, üzerinde tartışmanın engellenmiş olduğu -çoğunlukla doğal olan- bir takım kabuller üzerine inşa edilir. İnşası tutarlı oldukça matematik herkese açıktır. Herkes kendi aksiyomlarıyla matematiğini yapabilir/yaratabilir. Bu noktada matematiğin devasa bir totolojiden ibaret olması, matematikle alakası vasat düzeyde olan sıradan bir kimse için onun bir "uydurmalar yığını" olduğu ve esasen bir işe yaramadığı anlamına gelebilir. Uydurmalar yığını olduğu konusunda matematikçilerin de herhangi bir itirazı yoktur, ne ile uğraştıklarının farkındadırlar, ama, bir işe yaramama(bir işe yaramak gerçek hayatta bir uygulaması olmak anlamında değildir!) konusunda haliyle aynı fikirde olamazlar. Çünkü matematik esası itibariyle gücünü soyutlamadan alır; bazı soyutlamalarıyla evreni ve etrafımızda algılayabildiklerimizi incelerken, bazı soyutlamalarıyla ise ne olduğu ancak ve ancak formal matematikle ifade edilebilecek, doğada var olmayan ya da varolup insan zekasıyla algılanamayacak bir takım dünyalar bulmaya(keşif-icat meselesi) çalışır. Matematiksel soyutlamanın işe yararlılığı hakkında sıkça verilen şu örnek açıklayıcı olabilir: Elimizde, tek bir kelimesini ve anlamını dahi bilmediğimiz bir dilden yine o dile bir sözlük olsun. Dilin adını sabitleyip Xyz'ce diyelim; sözlük ise Xyz'ceden Xyz'ceye... Peki bu sözlükteki bir kelimenin anlamını, sadece yine aynı sözlüğü kullanarak bulmayı başarabilir miyiz? Örneğin, Xyz'cede bulunan abc kelimesinin anlamına baktığımızda tanım olarak yine Xyz'ceden kelimeler karşımıza çıkar; "abc: def ghi jkl..." benzeri bir ifade görürüz. Ama def, ghi, jkl gibi sözcüklerin de anlamını bilmiyoruz? Bu sefer o kelimelerin de anlamlarına baksak mno, prs, tuv vs. şeklinde anlamı yine bilinmeyen kelimeler karşımıza çıkacak. Sözlük araştırmasında zaman ve iş gücünün yeteri kadar zeki bir insan açısından sıkıntı yaratmadığını, yani, aslında bir bilgisayar kullandığımızı varsayalım. Bu sözlükten o en başta bulmaya çalıştığımız kelimenin anlamını elde ederek alnımızın akıyla çıkabilir miyiz? Hayır! Çünkü sonlu olan bu sözlükte, anlamının doğruluğu o dili bilmeyen birisi tarafından tartışılmayacak tek bir kelime dahi mevcut değildir. Sonuca(anlama) götürecek tek bir dayanak ve kural olmadan herhangi bir çıkarım yapılması mümkün olmadığından herhangi bir kelimenin anlamına ulaşılamaz. Öte yandan soyutlamayı devreye sokacak olursak, belli sayıda kelimenin anlamını varsayım olarak sabitleyip o kelimeler üzerinden çok sayıda(çıkarım kuralına bağlı olarak sözlükteki tüm kelimeler dahi olabilir) kelimeye ulaşılabilir; bir anlamda işe yarar, anlamaya yardımcı olabilecek ve belki o kelimelerden yeni dünyalar yaratılabilecek bir model oluşturulabilir.

Dolayısıyla; buradaki analoji, uzay~sözlük, matematik~kelimeleri varsayımlarla soyutlama işi olarak algılanınca, matematiğin ne olup olmadığı hakkında haddince bir fikir edinilebilir.

Böylelikle, insan zekası eşsiz güzellikteki soyutlamalarla bazen işe yarar, bazen ise ne işe yaradığını dahi bilmez kapılar açar, dünyalar görmeye çalışır. Matematik bu uğraşın adıdır.

Mr. Big [Konser Öncesi]

14 Ekim 2011 Cuma § 0

Benden yaş olarak daha büyük bir teypten karışık kasetlerine kulak misafiri olmak suretiyle başladı tanışıklığım. Aynı odada kaldığım ablamın dönem itibariyle büyük sayılabilecek teybini son ses köklemesiyle geçti çocukluğumun evdeki hali. Ben 2-3 yaşındayken de dinliyormuş(uz) ama benim ilk hatırladığım Mr. Big dinleyişlerim hafızamdaki tüm anıların içinde hatırladığım ilk şeyler arasında; 4 yaş civarına denk geliyor. Tabii odadan Bon Jovi, Bryan Adams, Whitesnake gibi başka müzikler de yükseliyordu fakat belki ablamın dahi farkında olmadığı, benim ise yaklaşık bi' 10 sene son idrak edeceğim şekilde aralarında "kalite" açısından diğerlerinden ayrılan Mr. Big tam anlamıyla çocukluğuma damga vurmuştu. Sözleri anlamasam da, şu en meşhuru "To Be With You"yu 6-7 yaşımda bahçede diğer çocuklarla oyun oynarken mırıldandığımı hatırlıyorum. Biraz daha büyüdüğümde kasetleri kendimi teybe koymaya başlamıştım; televizyonda bahsettiğim şarkının klibini kovalıyordum.


O yaşlarda ne düşündüğümü, nasıl hissettiğimi çok hatırlamıyorum doğal olarak ama o müziği duyduğumda oturup sıkılmadan -ablamla beraber ya da değil- saatlerce dinleyebildiğimi biliyorum sadece.

'90'ların sonuna doğru... İmkan(=internet) yok, grubu müziği dışında deli gibi merak etsem de takip edemiyordum. Ayda yılda bir çıkan ve eve giren dergilerde görülen albüm ya da kabarık saçlarla dolu bir fotoğraf ve birkaç cümleden ibaret şarkı/albüm yorumu... Hepsi buydu. '90'ları kapsayan ve "Mr. Big doldur abi" kasetleriyle geçinilen ilk dönem macerası...



Derken... Lise yıllarında teknoloji yavaş yavaş kendini gösteriyordu(ya da bizim eve yeni giriyordu diyeyim). Dial-up internetlerle, merak ettiğim bu grubu ve bireysel olarak elemanlarını sürekli araştırıp, bulabildiğim şarkılarını indiriyordum. Ama hala şarkıların büyük bir çoğunluğuna erişememiştim. Bir gün, başka bir albüm almak için -Beşiktaş- Sinanpaşa Pasajı'na giden bir arkadaşım orada bir dükkanda Mr. Big cd'lerine rastlamış; bilir, hemen bana söyledi. Ertesi gün olması lazım; gittim ve "Mr. Big", "Lean Into It", "Bump Ahead", "Hey Man" ve "Japandemonium" albümlerini satın aldım. Elimdeki cd'lerle eve dönüşteki heyecanım hayatım boyunca hatırlayacağım duygulardan biriydi. Eve gelip ilk iş olarak cd'leri bilgisayara kopyaladım, başına bir şey gelirse diye. Ve sırasıyla dinlemeye başladım. 5 albümü de başından kalkmadan dinlemenin sonunda yıllarca ertelenmiş bir haz almıştım adeta. O albümler -ve eklenen birkaç albüm daha- o günden bu yana dönmeye devam ettiler.

Yine aynı seneler... Bir yandan da elime klasik gitar almıştım. Neyi, nasıl çalacağım hakkında en ufak bir fikrim dahi yoktu. Deneme/yanılma derken yavaş yavaş anlamaya başladım enstrümanı. En sevdiğim şarkıları tınlatmaya çalışıyordum(bu şarkılar başka bir grubun şarkıları değildi). Nasıl ilerleme kaydedebileceğimi düşünürken, o güne dek yaklaşık 7 senedir kendisini dinlediğim ama farkında olmadığım grubun gitaristi Paul Gilbert'la tanışmış oldum. İnternetteki parça parça eğitim video'larından, egzersiz tab dosyalarından falan... İyice kaptırdım kendimi. Bu adamın gitar çalışı/stili tek kelimeyle büyülemişti. Dolayısıyla gitarda birkaç akor döven biri olmak yerine, teknik ve bilgisini git gide geliştiren biri olmayı tercih ettim. Sayesinde elime gerçek manada bir gitar aldım ve gitar müziği dinlemeye başladım. Bir grubu dinlemenin yanında, kendisi de o grubun içinde farklı bir dünya olarak bambaşka bir alana yöneltmiş oldu beni. Sadece dinleyici değil, -artık hangi seviyedeyse- bir şeyler çalan ve üreten bir insan da olmuştum. Vasıtam kendisiydi.

Paul Gilbert'ın üzerine bu kadar çok araştırıp öğrenince diğer elemanların da bireysel olarak nasıl müzisyenler olduğuna dair araştırmak kaçınılmazdı. Billy Sheehan, onlarca kez en iyi bas gitarist seçilmiş, kendi dalında başka bir virtüözdü. Mr. Big dışında fusion, caz, progressive gibi çok farklı dallarda da has bir müzisyendi. Bunun yanında, grubu kurmak için ilk adımı atan, -sene 1989- Paul Gilbert'a ilk telefonu açan kişiydi. Müzik dışı bu konu da, sevgimi en az bir kat daha artırır kendisine. Keza grubun vokalisti Eric Martin ve davulcusu Pat Torpey... Onlara da, müziği git gide anlamaya başlayınca, neden virtüöz sıfatı yakıştırıldığını anlar oldum. Bu grup, içine girdikçe, olabileceklerin en iyisi gibi bir his uyandırıyordu.

1999'da Paul Gilbert'ın gruptan ayrılması, 2002'de grubun tamamen dağılması derken, 2009'a kadar geçen süre zarfında yine Mr. Big'le beraberdim. 2009 Şubat'ında ise, hayallerden biri gerçek oluyor; grup orijinal kadrosuyla tekrar birleşme kararı alıyordu. Budokan'da gövde gösterisi nevinde bir geri dönüş konserinin ardından; beraberinde, tüm dünya çapında onlarca konser dizisi ve 2011 yılında çıkarılan "What If..." isimli bir de albüm geldi. Ama Mr. Big her gün bir Türkiye konseri haberi vardır diye resmi sitelere girilmesine, dört gözle beklenmesine rağmen Türkiye'ye uğramadı.

13 Ağustos 2011: 15 Ekim 2011 Mr. Big İstanbul Konseri haberi...

Haberi öğrendiğim anın tasviri yok. Böyle geçmiş bir 15 senenin ardından konserin bir gün öncesinde yazı yazmak dahi benim için yeteri kadar gerçeküstü.

Bu gece hiç tatmadığım bir heyecan içerisinde yarını beklemek zorundayım.

Dangerous Knowledge

23 Eylül 2011 Cuma § 0



İzlemeden evvel "Dangerous Knowledge" için neden Cantor, Boltzmann, Gödel ve Turing'in seçildiği üzerine biraz düşününce vardığım tahminin, filmin sonlarına doğru geldiğimde hemen hemen isabetli çıktığını gördüm. Bu dört bilim adamı ve filozofu da kendi alanlarında, öncekilerden benzersiz ve 19. ile 20 yy. için tam anlamıyla devrim niteliğinde çalışmalar gerçekleştirmişlerdi.

George Cantor; o güne değin "yeteri kadar" formal bir tanımı verilemeyen, matematiğin en önemli kavramlarından "sonsuz"un açık bir tanımını sağlamakla yetinmedi; farklı kardinalitede sonsuzların olduğunu gösterdi. "statik" matematiğin dışına çıkarak, ama tabii ki tutarlı olarak, algıları yıkan bir sonuca ulaştı.

Ludwig Boltzmann; teorisini "belirsiz" (filmden alıntılayacak olursam "uncertain") ve hatta, hatrı sayılır kimi bilim adamlarınca varlığı dahi reddedilen "atom" ve "molekül"ler üzerine inşa etti. O dönemde ağırlıklı olarak inanılanın aksine; düzensizliklerin, olasılıkların gerçek yaşamdaki baskın karşılığına inandı, bundan ilham aldı. "Entropi" kavramını ortaya attı.

Kurt Gödel; henüz 25 yaşındayken "Incompleteness Theorem" adında matematik adına bir baş yapıt sundu. Tutarlı sistemlerin ve özel olarak matematiğin sonsuza kadar eksik kalmaya mahkum olacağını ispat etti. Bu, limitler adına çok güçlü bir hamleydi.

Alan Turing; Gödel'ın eksiklik üzerine olan mükemmel soyut çalışmasını canlı ve somut bir hale getirdi. Turing Makinesi'ni icat ederek ilk bilgisayar fikrini gerçekleştirmiş oldu. Hiçbir bilgisayarın bir insan beyni niteliğine sahip olamayacağını anladı.

Sonuç; film için seçilen bu dört bilim adamı da, kendilerinden öncekilere benzemeyen ve eşsiz; alanlarda reformlara yol açan keşif ve icatlarda bulundular. insanlık, her dördünün de ortaya çıkardıklarını bugün doğrudan kullanıyor ve hep bir adım daha fazlasını atmak istiyor, tehlikeli olsa da...

Buckethead

18 Eylül 2011 Pazar § 0



10. I Love My Parents - Bucketheadland (1992):

Ağır, aksak, yalın... Hüzün...

9. Light - Captain Eo's Voyage (2010):

Gergin bir bekleyiş ve ardından ışığa ulaşmak gibi bir çağrışımı var.

8. Broken Mirror - A Real Diamond In The Rough (2009):

Boğuk tonlarda gitarları karamsar eyler insanı.

7. Wishing Well - Colma (1998):

Daimi bir "yolculuk" hissine sahip. Solosunda yolculuğun sonlarında...

6. Big Sur Moon - Colma (1998):

Farklı ve yapay bir dünya...

5. Soothsayer - Crime Slunk Scene (2006):

Bambaşka... Apayrı intro'su, ana riff'i, shred'y soloları... Son sürat hüzünler...

4. Padmasana - Electric Tears (2002):

Baştan sona bir hikaye anlatır. Mutlu edebilir, ağlatabilir...

3. Machete - Colma (1998):

Dinlediğim yegane güzellikte sololardan birini içerir. Mükemmel bir tonda...

2. Aunt Suzie - Cyborg Slunks (2007):

Yalnız, kendi halinde... Doğal ve dingin...

1. Too Many Humans - Population Override (2004):

...

Koni

31 Ağustos 2011 Çarşamba § 0

Kuş "yakalamak"(bin tane daha tırnak koysam yine de karşılamaz anlamı ya neyse)...

Çocukken... 13-14 yaş falan... Hayatı boyunca hiç kuş yakalamamış, kuşa sapan tutmamış, kuyruğuna teneke bağlamamış, ne bileyim, kuş görmemiş bir insandım. Çocukluğumu eksik yaşadığım söylenebilir dolayısıyla. Günün biri, abimle ablamın anlatmakla bitiremedikleri 20 sene önceki kuş yakalama maceralarından cesaretle ve hevesle balkona tezgahı hazırladım.

Tezgah = Ters düştüğünde iki taraftaki sapları yüzünden tam kapanmayan bir çamaşır sepeti + 5 cm çapında 35-40 cm uzunluğunda(öhh) metal kalem kutusu(ilk insanın bile kullandığı bir adet tahta çubuk, çıta gibi bi' şey bulamadım) + Dikiş ipliği(kalem kutusuna sarıp kuş geldiğinde çekmek için) + Yem(bulgur, pirinç(kafaya bak, pilav koymamışım kuşun önüne iyi ki), ekmek kırıntısı vs.))
Şehir merkezinde olunca böyle bir düzenek mümkün oluyormuş anca demek. Neyse...

Büyük bir özenle kurdum düzeneği terasa. Gökyüzüne bakıyorum; onlarca martı, karga, serçe türü kuş var, binanın tepesinde uçuyor. "Lan 3-5 tane yakalamasam bari! korkarım tutmaya." diye baya geçirdim içimden. Çamaşır sepetinin altındaki yemleri göremezler tepeden diye terasın muhtelif yerlerine yem saçtım. Ve bulgur taneleriyle ince bir yol oluşturaraktan sepetin içindeki ana yeme doğru yol gösterdim kuşlara(Tweety yakalayacağım sanki). Kalem kutusunu da diklemesine yerleştirip son hazırlıkları yapıp içeri girdim. Balkon kapısının ardında elimde dikiş ipliği, pusuda bekliyorum. Birkaç dakikayı bulmaz kuşlar familyasının en iğrenç hayvanları, kargalar basıyor terası. Kenarlara serptiğim yemlere veriyorlar kendilerini. Martılarla kavga edip yem etmiyorlar onlara bulguru pirinci. Kapının ve perdenin arkasında bir kedigil kadar sessizim ama ne yazık ki zeka düzeyim, çamaşır sepetine, dikiş ipliğine medet umacak denli bir kedigilin çok gerisinde. Bekliyorum... Etrafta ne kadar bakliyat varsa sildi süpürdü hayvanlar. Yavaş yavaş yaklaşıyorlar benim sepete... Yaklaşıyorlar da, haliyle yarım metreden öteye gidemiyorlar. Çamaşır sepetini görünce "bizi yakalayıp kısa programda çalkayacak herhalde lan bu!" diye düşünüp yanaşamadılar büyük ihtimal. Yok... Tırsıyorlar benim düzenekten. Belki serçeler falan gelip girer diye bi' umut birkaç saati elimde o lanet olası beyaz iplikle yere oturup bağdaş kurmuş bir vaziyette geçiriyorum. 1 saat, 2 saat, 3 saat geçiyor... Tık yok. Sonunda tezgahın işe yaramayacağına zor da olsa kanaat getirip "nasıl yakalarım lan ben bu amına koduklarımı?" şeklinde düşüncelere dalıyorum. Elde aynı düzenek için daha iyi malzeme yok. Derken, o hayal kırıklığı ve sinir bozukluğuyla tüm hıncımı kuşlardan çıkarmaya karar verdim ve elbet bir tanesini yakalamaya resmen ant içtim. Yeni fikir şu: Tek bir parça ekmek daha kalın bir iple(dikiş ipliğinden farklı bir şey bulmalıyım) bağlanacak, terasın görünen bir kısmına konacak, yemi görüp boğazına indiren kuş(martı, karga... artık neyse) ipi fark etmeden ötelere doğru uçacak, uçacak da... İpin ucu ben de oğlum aha! Şimdi düşününce acayip kınıyorum ya kendimi. Allah belamı vermemiş iyi, ertelemiş de olabilir, neyse... Dahiyane fikrimi uygulamaya döküyorum hemen. Tam aradığım tip bir ip çeşidi olan, balık tutma maceralarımdan arta kalmış epeyce uzun bir misina(renksiz, çaktırmaz ve ayrıca sağlam) buluyorum. Taze bir parça ekmeğe iyice dolayıp koyuyorum balkonun bir köşesine. Ve elimde bir tahta parçasına sarılı misina, yine geçiyorum pusu noktasına... "Bu sefer siktim belanı!" Yine çok uzun sürmüyor ve martının biri temkinlice yaklaşıyor ekmeğe. Bakıyor bir terslik yok. İyice yanaşıyor ve hop indiriyor mideye. Tam o anda, çıplak ayak atılıyorum balkona(kedigil). Kuş havalanıyor. Havalandıkça elimdeki misina boşalıyor. Hala uzaklaşıyor hayvan da, menzil sınırlı, ip belirli... "Lan bitince n'olacak, hassiktir!" filan derken, plana başlarkenki hırsım, asabım yerini korkuya, endişe bırakıyor. Sonunda, maalesef misinanın sonuna geliyoruz. Ve geldik! İpin bağlı olduğu tahta parçası elimde, kuş havada, takıldı kaldı... Sikeyim ki çok korkunç bir görüntü oldu. Bir anda uzaktan kumandalı kuşum oldu. İpin sonuna gelince hayvan n'apsın; menzil el verdiği ölçüde havada uçuyor, bir takım daireler çiziyor. Yerdeki merkezi ben olan ve havada elimdeki ipe bağlı olan martının daireler çizdiği bir kare düşün. Koni şeklini öğretiyoruz yani... En ala korku filmi afişi oldu işte o an. Ne bok yiyeceğimi de bilemediğimden... Bıraksam tahta parçasını, boğazındaki iple kesin ölecek hayvan. çeksem, hatta hızlı çeksem olmuyor. Of ya, yazarken bile yine ter bastı. Neyse, bi' 3-4 dakika boyunca benim sayemde mükemmel geometrik desenler çizdi martı. Sonradan yorulmuş olacak ki karşı binanın çatısına kondu. Hala aynı pozisyondayız; ip elimde. İzliyorum; kuşcağız öğürüyor, kusmaya çalışıyor, çalışıyor çabalıyor falan... Kurtulamıyor bi' türlü. Ben de biraz asılıyorum yardımcı olmak maksatlı, bu sefer de kuş bana doğru geliyor. Gel de çık işin içinden ya! Eskaza annem falan görse, bi' de o düşer bayılır; ablam görse, "misinayla balık tutamayınca kuşa mı sardın ehheh?" dalgası... Sonra bi' de onlarla uğraş orada kuş dururken. Aşağı yukarı 10 dakika oldu martı oltama yakalanalı. Hala çabalıyor... "Lan neyse, bunca eziyet çektirdik, bari son bi' güçle asılayım ipe de belki çıkar" diye oldukça hızlı bir şekilde çektim ipi ve neyse ki o salya-sümük-safraya bulanmış ekmek parçası çıktı sonunda martının gırtlağından. Olan bitenin şokunu benim gibi daha atlatamamış olacak; olduğu yerde birkaç dakika uçmadan durdu. Çıkardığı ekmeğe baktı. Geri zekalıysa şayet "ne yedik lan böyle hazımsızlık yaptı?" demiştir; çok az bir zekası varsa da anama avradıma sövmüştür muhtemelen, haklı olarak. Neyse, ben bir sefer daha ağzına atmasın diye bir yandan ekmeği çekiştirirken o da benim gibi kuş yakalama arzusu yüzünden canavara dönüşmüş bir manyaktan uzaklaşmanın mutluluğunu yaşamaktaydı, yaşamalıydı. Sonra gözden kayboldu. Diğer kuşlara da bela olmasın diye dibime kadar çekmek zorunda kaldım salyalı ekmeği. İpiyle, tahtasıyla, sepetiyle, kalemliğiyle(hala yatışamamışım) beraber bir poşete koyup attım hepsini çöpe. Gün sonunda(öğlen 12 güneşinde başlayıp akşama kadar süren bir mesaiydi çünkü) aklımdaki tek şey beraberce çizdiğimiz koniydi. 10 sene sonra rüyama girecekti.

Mr. Big (1989) [Mr. Big]

28 Ağustos 2011 Pazar § 0

Her şey, o sıralar David Lee Roth Band'de çalan Billy Sheehan'ın Los Angeles'ta yerel bir bara gidip piyasaya adım atmaya çabalayan yeni bir grubu dinlemeye gitme kararıyla başlar. Bu yeni grupta Paul Gilbert da vardır. Ve bir gece, program sonrası bu çocuktaki cevheri görüp beraber çalmak isteyen Billy Sheehan, Paul Gilbert'a bir grup kurma teklifinde bulunur. Paul evlat da, böyle önemli bir müzisyenin teklifine haliyle hayır diyemez ve sevinçten götü ata ata Mr. Big'in çekirdeğini oluşturacak o müthiş duo'yu tamamlar. Akabinde yine yerel barlarda müzik yapan vokalist Eric Martin ve davulcu Pat Torpey de gruba dahil edilir ve 15 gün gibi kısa bir sürede, stüdyoda yatıp stüdyoda kalkılarak "Mr. Big" albümü kaydedilir. Bu isim, bir diğer klasik rock grubu Free'nin bir şarkısından ilhamla alınmıştır. Fikir Paul Gilbert'a aittir. Paul Gilbert candır. Tracklist;

Addicted To That Rush: İlk işte... "Mr. Big nedir, kimdir?" sorusunun -dönemi itibariyle- cevabı niteliğinde olan, doymamış hayvani yağlardan rafine tapping intro'lu, "gazoğlugaz" türevinden bir şarkı. Tamamen bağımsız gitarlarına hasta olunur, yataklara düşülür... "Bas vs Gitar"(Billy Sheehan vs Paul Gilbert) kapışması Youtube'un klasiklerinden olmakla birlikte, klibinde kan, ter, cümbüş, orgy morgy her şey izlenebilir. Bir çift de bot görülür sonunda, Eric Martin'in ayağında. Aynı zamanda albüm kapağındadır bu kahverengi botlar. Velhasıl, Eric Martin şarkının sonunda "one of these days, one of these days..." diye de terennüm eder, yorum getirebilene aşk meşk olsun.

Wind Me Up: Sözler de dahil tamamı Billy Sheehan'a ait olan eser. Değişken temposu, manyak riff'i, bol chorus'lu solosuyla akıllara zarar. Bir yerden backing track'ini bulup üstüne improvize takılmak için harika bir şarkı bir yandan da. Bulan olursa haber versin, Budokan'a biletim var. "Turn me on turn me on...."

Merciless: Solo bir bas gitar albümüne daha çok yakışacağını düşündüğüm, ehil insan Billy Sheehan'ın dağarcığından bir şarkı. Genel itibariyle orta halli denebilir.

Had Enough: İnanılması güç bir bas gitara ve -spesifik olarak- tonuna sahip şarkı. ilk salisesinden kendini ele veren o introsu bilhassa... Nasıl bir chord progression; nasıl yazılır bu notalar, akorlar, biz dünyalılar anlayamıyoruz tabii. G.i.t'de okuyayım istersem... Abartmak gibi olmasa, şarkının tüm sözlerini de şuraya iliştiriverirdim şimdi. Baştan sona "dolup da taşmak" hadisesi... "Yeter ulan" çekmiş yazan belli ki. Yine karakteristik bir Paul Gilbert ritmik solosuna da rastlıyoruz ayrıca. Albümün 2. en güzel şarkısı, kanaatim...

Blame It On My Youth: Üç akorlu süper riff'ine kurban eser. Şarkının liriklerinde de solonun olduğu kısım "(sexy jargon)" diye tanımlanır ki öyle çılgın bir şeydir. Ek olarak; hiç unutamayacağım bir nokta da, 2000'li yılların başında grubun dağılması üzerine sorulan bir soruya cevaben grubun solisti Eric Martin'in verdiği "Blame It On My Youth..." gibi ironinin dik alası olan bir cevaptır. Gün gelir, grup yeniden birleşir tabii(eşek herif!). Daha da inanılmaz müzisyenler olunmuştur bu aradan geçen zamanda(gaza geliyorum bu konu açılınca). Neyse uzattım; tadın, tattırın bu şarkıyı...

Take A Walk: Leş gibi bir distortion'uyla, armonisiyle, harmonisiyle dibine dibine vurmuş bir şarkı(tasvire gel). Elektro gitardan çıkabilecek tüm seslerin bir yelpazesi... Yine şarkı bitiminde, bir kapı kapanma sesi duyulur, her şey o an sessizdir ve Billy Sheehan o jazzbass tonundaki sesiyle "she'll be back..." der, kalplere su serper. Ablamız bir dahaki albüme gelecektir.

Big Love: "Lan oğlum yavaş, şşt sakin!" şarkısı... Agresif; damar, isyan... sado mazo... Paul Gilbert'ın nasıl bir hırsla tellere vurduğunu duymamak imkansız. O klasik, slow da olmayan hızlı da olmayan bir Mr. Big şarkısı[misal, diğer biri de şuradadır; (bkz: Lean Into It), Cdff Lucky This Time]. Yaşadıklarını enstrümanlarıyla haykıran 4 adam... Ve derken, (mazur görünüz)s.kerten bir solo... Buna teknik yorum olmaz, açık konuşuyorum. Böyle bir şarkı işte. İşte öyle bir şey... Dayanamıyorum...

How Can You Do What You Do: Enfes bir elektro tonuna sahip eser. Her şarkı için solo diyorum farkındayım da, bununki de ayrı bir güzel. Süper efekt kullanımları/kontrolleri filan... Davulları da es geçmeyeyim bu arada(mehter mübarek). Sonuç itibariyle, kesinlikle güzelden daha fazla bu şarkı aslında.

Anything For You: Clean ve acı çeken tonda bir gitar, dümdüz, kusursuz ve pürüssüz bir bas line, ve alayına isyan bir vokal... Ölümcül! Tabir doğruysa şayet, Mr. Big'in haldur huldur müziklerin grubu olmadığının en büyük ispatlarından biri. Ne dense eksik... Albümün değil, grubun, yok yok, dünyanın en güzel şarkılarından biri... Rakı bitirmişliğim vardır eşliğinde. Hatırlamıyorum?

Rock & Roll Over: İsmiyle müsemma, "ver coşkuyu" nevinden bir şarkı bu da. Intense Rock II'de Paul Gilbert'ın bu şarkının ana riff'i tabanında ritim-solo alıştırmasını da daha yakından ilgililer ve cemil cümle için duyurayım. Nakaratına eşlik etmeden yerinde durabilecek bir insan dahi tanımadığım, bridge'ini yediğim şarkıdır bu son olarak.

30 Days In The Hole: Orijinali Humble Pie'ya ait, altına girdikleri her cover işinden daha güzelini yaparak çıkan Mr. Big'in kendi adını taşıyan ilk albümünün kapanış parçası[bir diğer cover için; (bkz: Bump Ahead), Wild world]. Richie Kotzen döneminde de bolcana çalınmıştır bu şarkı. Konserlerin favorisidir, ilk göz ağrılarındandır.

http://www.youtube.com/watch?v=lopeivpvqek (Addicted To That Rush)
http://www.youtube.com/watch?v=wdwr63qvzja (Big Love)
http://www.youtube.com/watch?v=wdyuj6eihg8 (How Can You Do What You Do)